26 Eylül 2013 Perşembe


Siz Öldürmeyi İyi Bilirsiniz!

Suriye içinde evinden uzakta yaşayan 4 milyon, mülteci statüsünde 1 milyonu çocuk olmak üzere 2 milyon,

Scut füzeleriyle, satırlarla kafaları vücudundan koparılarak, yakılarak katledilen 120.000 Suriyeli.


Zalimlikte babasını geçen Esed kimyasal silah kullanana kadar, ABD ve Batı kan gölüne dönen Suriye sokaklarını görmezden gelip, başka yöne bakarak ıslık çalmaya devam ettiler.

Zira bu akbabaları kan tutmaz. Bilakis kana, hele ki müslüman kanına doymazlar..

Kızılderili ve Afrikalı kölelerin kanları üzerine kurulan Amerika'nın "özgürlük ve demokrasi" yalanına sığınıp işgal ettiği topraklarda;

Başkan Washington'un “Kızılderililer, beyazlardan toplu yıkımdan başka bir şey görmeyi hak etmeyen vahşi ve av hayvanlarıdır” dediği 80-100 milyon civarı Kızılderili,

Hiroşima ve Nagazaki'de atılan atom bombası ile 250 bin,
Kore'de yüzbinler, Guatemala'da binler,
Tokyo'da 100 bin,
Küba'da 60 bin, Dominik'te 10 bin kişi, Kamboçya ve Laos'ta 1 milyon,
Şili'de 30 bin, Panama'da 5 bin,
Vietnam'da milyonlar, Lübnan'da, Libya'da bine yakın kişi.

Yakın tarihte, hala kaos ve sömürgenin sürdüğü Irak'ta ve Afganistan'da milyonlar katledildi.

Sistematik tecavüzler, Ebu Garib, Guantanamo...

1.Dünya Savaşı"nda da 900 bin Afrikalının ölümüne sebep olan, 1.5 milyon Cezayirliyi katleden Fransa

Avustralya'nın yerli halkı Aborjinleri, salgın hastalık yayarak veya zehirleyerek 720 binini öldüren,

Hindistan ve Kenya'da yüzbinleri katleden İngiltere...

İskoç Sunday Mail gazetesi'nin, bu yılın başına kadar Suriye'ye sinir gazının yapımında kullanılan kimyasal maddeleri satan ülke dediği İngiltere..

(Esed müttefiki Rusya ve Çin'in katliamları da o denli uzun ki, ayrı bir yazı konusu )

Onca zengin İslam ülkesi ve 1.5 milyar müslümana rağmen, bizler bu Haçlı ordularından Suriye'deki kardeşlerimizi kurtarmalarını bekler hale geldik.

Esed sonrası "kendilerine ve özellikle İsrail'e tehdit oluşturmayacak" bir yönetimde anlaşılamadığı için, Suriye'de petrol olmadığı için,  "rejimi devirme niyetimiz yok, sadece kimyasal kullandığı için cevap vereceğiz ki bir daha olmasın" diyen bu akbabalar akan müslüman kanını durdurmak isteseydi, sadece uçuşa yasak bölge ve muhaliflere silah yardımını kabul etmeleri yeterliydi.

Peki beklendiği üzere küfrün hali bu iken ya müslümanların hali?

Almanya'nın eski başbakanlarından Willy Brand'ın şunu dediği iddia edilir: "Şu Müslümanlar topluluğu sadece göz kapaklarını bir kıpırdatıverselerdi, Sırplar bu saldırıları ve katliamları onlara yapamazlardı."

Rusya, İngiltere, Fransa, Sırplar, Çin, Siyonistler akbaba gibi tepemizde. Katlediyorlar, işkence ediyorlar, ırza geçiyorlar, doğal kaynaklarımızı kapışıyorlar.

Fakat komada olan koca bir İslam ümmeti gözkapağını bile kımıldatamıyor.

“Rasûlullah (s.a.v.) buyurduğu gibi:

“Size çullanmak üzere, yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi, birbirlerini çağıracakları zaman yakındır.”  O gün sayıca azlığımızdan mı?” diye soranlara “Hayır. Bilakis o gün siz çoksunuz. Lakin sizler bir selin getirip yığdığı çer-çöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan çer-çöpler durumunda olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize vehen atacak. "Vehen" dünya sevgisi ve ölüm korkusudur”  (Ebu Davud, 3745)

İslam Ümmeti’nin bugünkü hali Hadisi Şerif’te belirtildiği gibi değil midir?

İslâm risaletini yüklenen ve cihat sancağını taşıyan İslâm Devleti yani Hilafet’in kaldırılması, müslümanları koruyan kalkanın düşmesi ile aciz bırakılıp, zalimlerin önünde diz çöker halde değil miyiz?

"Muhakkak imam (hâlife) kalkandır. Onun arkasında savaşılır ve onunla korunulur." (Müslim)

Türkiye’nin tekrar Araplarla birleşerek İslam’a döneceğinden korkanların itiraf etti gibi;

“Türkiye’nin Araplar ve Arapçayla alakası kesildi, Kuran ve onun devleti olan Hilafet kaldırıldı.”

Çeçenistan'dan Arakan'a, Mısır'dan Somali'ye, Filistin'den Suriye'ye, Doğu Türkistan'dan Patani'ye kadar kan boğazımıza kadar gelmiş, ama ne yaptırım gücümüz var, ne de askeri.

Kutsal topraklar, Kabe-i Şerif bile Amerika'nın sözünden çıkamayan Suudlar tarafından işgal edilmiş halde demiyor muyuz?

Ama "hasta adam" hamdolsun iyileşti, hatta çevresine el uzatıp, tedavi edip iyileştirecek hale geldi. (Osmanlı'ya "hasta adam" diyenler ile bugün Türkiye'ye "yalnız adam" diyenler de aynı ağızlar)

Küfür tek millet ise bizim de ihtiyacımız sadece komadan çıkmak, sen şu cemaattensin, şu mezheptensin, şu partidensin demeden tek yumruk olabilmek.

Hilafet veya İslam Birliği istiyoruz dediğimizde bizleri hayalperest olmakla suçlayanlar şunu bilmiyor ki;

"Kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır."

Hemen değil, belki bizler de göremeyiz, ama buna hiç şüphe yok.

Allah, biz oturduğumuz yerden yorum üzerine yorum, strateji üzerine strateji yaparken "ya şehadet ya zafer" diyen, Allah'ın ismini yüceltmek için savaşan mücahidlere,

Mısır'da "hepimizi öldürseler de ellerimize silah almayacağız" diyerek şehadete yürüyen kardeşlerimize de yardım etsin ve onlara zafer nasib etsin.

Muntakim olan Allah'ın bizi de intikamına memur kılması duası ile..


Çin İşkencesi


"Bugün silahımızı alanlar, yarın canımızı da alırlar. Ben silahımı Çinliler'e vermem. İstiyorlarsa ve güçleri yetiyorsa, gelip alsınlar!"

Bu sözler Doğu Türkistan'ın bağımsızlığı için mücadele eden Altay Kazaklarından, asıl adı Osman İslamoğlu olan direnişçi lider Osman Batur'a ait. "Batur" kahraman ve cesur anlamında ve milleti ona bu ünvanı vermiş...

1911 yılında Çinlilere ve Ruslara karşı mücadeleye başlayan Osman Batur, 1943'te Altay Kazakları'nın Han'ı ilan edildi. 1945'e gelindiğinde Doğu Türkistan'da birkaç şehir haricinde kontrol Türklerin eline geçmişti. Buna tahammül edemeyen Çin orduları, Rusların desteği ile bölgeye sert ve yoğun operasyonlar uyguladı.

Esir düşen Osman Batur, halk arasında dolaştırılarak teşhir edildi ve 29 Nisan 1951 tarihinde kulakları ve kolları kesildikten sonra şehit oldu...

Bütün bu gözüpek liderleri öldürüp, geride kalan halkı sindirdikten sonra neler oldu?

Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana toplam 35 milyon Doğu Türkistanlı katledildi.

Henüz hayatta olanlarda, Doğu Türkistan`da Müslümanlara uygulanan ölüme yakın zulüme boyun eğmek zorunda.

Hayatta kalabilmek için aşağıdaki dört maddelik taahhütü imzalamak zorundalar;

1. Çin Komünist Parti yönetimini kesinlikle himaye edeceğim, koruyacağım.

2. Ailemde illegal dini etkinliğin gerçekleşmemesi ve illegal CD (dini içerikli) gibi eşyaların olmaması için söz veriyorum.

3. Aile fertlerim içinde peçeli bayanlar olmayacak ve peçeli bayanları evime almayacağım.

4. Ortalıkta illegal dini etkinlik ve peçeli bayanları görürsem hemen yetkili memura ihbar edeceğim.

Yukarda kabul ettiğim 4 çeşit yasaya karşı çıkarsam ya da uymazsam yoksullara yardım adı altında verilmekte olan yardım paramın kesilmesini kabul ediyorum.

Etnik temizlik ve asimilasyon politikası tabi ki bunlarla sınırlı değil.

Ramazan'da oruç tutmak, camiye gitmek, cumaya gitmek, fitre ve zekat vermek yasak. Oruç tutan memurlar fişleniyor ve maaşları kesiliyor, zorla öğle yemeği yediriliyor. En son, bayram namazına gitmesinler diye çoluk, çocuk bütün erkekler okullarda toplandı. Camilerde ise dini değerler değil, devlet yasaları tebliğ ediliyor.


Peçeli ve tesettürlü bayanların market ve çarşılara girmeleri yasak. Görürlerse zorla başları açtırılıyor. Çarşı ve marketlerde dini içerikli giysilerin ve cdlerin satılması yasak.



Müslüman olduğunu bahane ederek dinen haram olanların satışını yapmamak yasak. Örneğin alkol... Dini okullar ve Kur’an kursu açmak yasak. Zaten açsalar da eğitim verecek kimse yok zira dini âlimler, hocalar hapislerde işkence görüyor.

Çince bilmeyen Uygurlar, sokaklarda dövülüyor veya tutuklanıyor. Hapis hayatından ve işkenceden evlerine dönenlerse psikolojik sorunlarla ya da fiziksel bir rahatsızlıkla yaşamak zorunda kalıyorlar. Hastaneye alınmıyorlar, can güvenlikleri yok.

Çinli halkın kin ve nefretini üzerlerine çekmek için, bir dükkana Uygur Türkü girdiğinde görevliler mikrofondan “Dükkanımıza Sincanlı girdi, ceplerinize dikkat edin!” diye anons yapabiliyor.

Taksiciler ve otobüs şoförleri Uygur yolcuları almayı reddeder halde. Zaten seyahat özgürlükleri yok. Bir köyden diğerine giderken, yerel güvenlik kurumlarından belge almaları gerek. Yurt dışına çıkmak için pasaport alabilmesi neredeyse imkansız. Mevcut pasaportu olanların elinden de zorla alınıp el konuluyor. Devlet memuru isen belki pasaport alabiliyorsun ama çok büyük ödemeler yaparak...

Türk nüfusunu kademeli olarak azaltmaya yönelik "Az doğurmak ve çabuk zengin olmak" adı verilen bir kampanyaları var. Eski yasalara göre kırsal kesimde yaşayan aileler üç, kentlerde yaşayanlar ise iki çocuk sahibi olabiliyordu.

Bu sayıyı daha aşağı çekebilmek için bu çocuk kontenjanından vazgeçene veya çocuk sahibi olmamayı kabul edene nakit para veriliyor. Ve ne acı ki, 29 bin aile bu kampanyadan yararlanıp, çocuk sahibi olmamayı veya tek çocuk ile yetinmeyi kabul etmiş.

Bu uygulamayı kabul etmeyen anne adayları yakalandığında, doğumuna bir gün kalmış olsa bile zorla çocuğu karnından alınıp öldürülüyor. Korku filmi gibi değil mi?



Müslümanlardan hiç bir ses ses çıkmazken, Abd merkezli "Sınır Tanımayan Kadın Hakları Teşkilatı" BM Kadın Hakları Komitesi'ne bir mektup yazarak, İşgalci Çin'in bu uygulama ile Müslüman Türkleri kontrol etmek, dahası komünist iktidarı sürdürmeye çalıştığı belirtildi ve bu son uygulamalarına son vermesini dile getirdi.

Çinli nüfus Doğu Türkistan’a çok hızlı bir şekilde yerleştirip, yerli halkın asimilasyonu hızlandırılmaya çalışılmakta. Doğu Türkistan’daki kimsesiz kız çocuklarını Çin’e götürüyorlar ve orada ne halde oldukları, ne için kullanıldıkları bilinmiyor.

Sürgündeki Uygurların Çin'e geri iadesi için bulundukları ülkelere baskı yapıyorlar. Fakat İsveç, geçtiğimiz günlerde son anda 55 Uygur Türkünün Çin’e iadesi kararından vazgeçti. Göçmenlere hem oturma hem de çalışma izni verildi.

İşçilere çalıştıkları yerlerde benzer zulüm uygulanıyor. Örneğin 5000 civarında Çinli işçi, ellerinde sopalarla Uygurların yatakhanelerine saldırmış ve fabrikada zorla çalıştırılan genç kız ve erkeklerden oluşan 800 Uygur işçinin 500’den fazlası öldürülmüş. Güvenlik görevlileri olaya bilerek müdahale etmemiş hatta Çinlilere sivil kıyafetli 100 Çin askeride öncülük etmiş.

Bu saldırıyı kınamak için meydanlara dökülen 10 binlerce Uygura ateş açılmış, kadın, çocuk ve yaşlılar da dahil en az 140 kişi ölmüş, 816 kişi yaralanmış. (Gayri resmi kaynaklar ise ölü sayısının 3000’den fazla olduğunu ifade ediyor)

Bu kitlesel kıyım halen devam etmekte. Haberleşme ve iletişimleri kesildi. Üzerine bir de sokağa çıkma yasağı uygulanıyor. Sokağa çıkma yasağı, Uygurların evlerine hapsedilerek Çin askerlerince, kadın çocuk ayrımı yapılmadan linç edilmelerini, gözaltına alınmalarını ve öldürülmelerine yarıyor. Devlet televizyonunun kışkırtması sonucu Çinliler 70 Uygur Türk'ünü sokak ortasında linç etti.

Yazarken benim içim karardı, eminim okurken içinizde aynı hislerde olanlar vardır...

Geçtiğimiz günlerde Çin, Doğu Türkistan müslümanlarından bir grubun Suriye'ye gidip (Çin'in silah ve her türlü desteği verdiği Baas rejimine karşı) Özgür Suriye Ordusu saflarında savaştığını söyleyip, katliam ve zulüm için yeni bir zemin oluşturmaya çalıştı. Çin hükümetinin Uygurları “terörist, katil, hırsız, bölücü, radikal İslamcı” diye yaftalaması tabi ki soykırım planının bir parçası. Böylelikle dünyada yapayalnız kalacaklar ve hiç destekçileri olmayacak...

1863 yılında Yakup Han başkanlığında kurulan “Doğu Türkistan İslam Devleti”, Osmanlı tarafından resmen tanınmıştı.

Şu an ise yanlarında kimse yok. Bizlere kmlerce uzak olduğundan mı, aradaki ticari ilişkilerden mi bilinmez pek de dile getirmiyoruz bu zulmü...

Sistematik ve sinsi bir şekilde süren bu soykırımı yaşayanlar Bülent Arınç'ı ziyarete gelip destek istediler ama ne gibi adımlar atıldı bilmiyoruz. Ya da herhangi bir adım atıldı mı?

Filistin ve Suriye mazlumlarını destekleyen ve bu konuda bizlerinde desteklediği hükümet temsilcilerinin Doğu Türkistan'ı da söylemlerine katmalarını diliyoruz.

Mazlumları ayırmadan, uluslarası kamuoyunun dikkatini oraya da çekmelerini istiyoruz.

Bize sığınan soydaşlarımızın bu zalim işgalci devletlere, öldürüleceklerini bile bile iade edilmemelerini istiyoruz.

Uzun bir yazı olmaması kararıyla başlamıştım fakat söylenecek söz çok. Hepimizin de olmalı...



Görüyoruz ki küfür tek millet. Çeçenleri, Doğu Türkistan'lıları, Suriye'de "La ilahe illa Beşşar"demeyenleri katledenler nasıl da tek yumruk halinde.

Ümmet-i Muhammed'in de tek yumruk olup bir gün zalimlerin karşısına dikilmesi duasıyla...

Hay ve kayyum Allah'ım!

Kullarını güçlü yumruklar kıl!

Allah'ım esir kardeşlerimize hürriyet nasip et, onları tutsaklıktan kurtar!

Allah'ım onların imanlarını muhafaza et!

Allah'ım onlara işkenceden kurtuluş yolu yarat ve onlara düşmanlarına karşı zafer nasip eyle!

Allah'ım onları zulümleriyle yok et, sen güçlü ve kudret sahibisin.

Allah'ım onların hırsını, öfkesini kendilerine çevir, hedeflerini başlarına yık!...
Işınla Beni Scotty!


Sanki o günlerin üzerinden asırlar geçmiş gibi...
Bir zaman makinem olsa da, herşeyin kıymetini bildiğimiz o güzel günlere geri dönebilsem diyorum.

Koca kış domatese hasret kalıp, mevsimi gelip aldığımızda, mis gibi kokusuna dayanamayıp elma gibi ısırıp domates yediğimiz yıllar.
Şimdi domatesin ne kokusu var, ne de tadı.

Dondurma, ne çok özletirdi kendini. Kışı atlatıp da, pastane önlerine dondurma tezgahları çıkınca, bayram edip uzun sıralar halinde sabırla beklediğimiz.
Şimdi 12 ay boyunca, binbir çeşit dondurma elimizin altında. Ama pek çok gıda gibi katkı maddeli, tatsız, sağlıksız.

Gıdaların hormonsuz, obez kelimesi hayatımıza girmediği, musluğa ağzımızı dayayıp su içtiğimiz yılları özlüyorum.

İmkansızlıktan ve oyuncaksızlıktan, erkek çocukları plastik arabaya uzunca bir telden direksiyon yapıp, kızlarında annelerinin diktiği bebekler ile hayal güçlerini kullanıp bıkmadan saatlerce oynadığı yıllar.
Şu an çocuklarımızın odası oyuncakçı gibi. Ama çok çabuk sıkılıp, oynayıp kenara atıyorlar o güzelim oyuncakları.
Ailesi öğretmez ise, çoğu çocuğumuz şükürsüz...

Dizlerimizin düşmekten kabuk bağladığı, ama hiç ağlamadığız günlerdi. Üzerimizi silkeleyip kalktığımız. Özgüvenliydik. O özgüvenli çocuklar, yani bizler şimdi çocuklarımıza "koşma, terlersin, düşersin" diyoruz.

Arkadaşlık ilişkilerimiz. En özlediğim...
Mahalle herkes arkadaş, okulda desen öyle.
Ölümüne dostluklar. Parmağımızı kesip kan kardeş olacak kadar.
Sırrını verirken" aman kimseler duymasın" demek aklımızın ucundan geçmezdi.
Şimdi biriyle küssen, "amaaan nasılsa ben de arkadaş çok". O kadar kalabalık ki çevremiz.
Ama pek çoğu kuru kalabalık, iyi gün dostu.
Hele bir küs, aranız açılsın, verdiğin sırrınla, derdinle sana belaltı vurur, acımaz...

Tüm mahallemiz komşu, herkes birbirinin sülalesini tanıdığı kocaman bir aile gibi.
Hani şimdi dönem dizilerinde gördüğümüz o samimi insanlar.
Şimdi üst katımızda kimler oturuyor, haberimiz yok.
Sokaktan geçen yabancının dikkatimizi çekip "kime baktın kardeş?" diye sorduğumuz günler.
Hele ki yabancı biri yanlışlıkla mahallenin kızına "hişt" desin. Kendi kardeşleri gibi koruyup, kollarlardı mahallenin genci, yaşlısı.
Şimdi ilk önce mahalledekiler kıza niyeti bozuyor.

Mektup ne kadar kıymetliydi. Gazetelerin aracılığıyla mektup arkadaşlıkları kurulduğu yıllardı. O mektupları gözü gibi saklardı insanlar.
Aynı şehirde bile insanlar üşenmez, birbirine mektup yazardı.
Her bayramda özenle seçilen tebrik kartlarını yazarken gösterilen özen ve heyecan şimdi hiç bir özel günde yok. Herkese toplu gönderilen kuru bir sms mesajı ile tebrik ediyoruz birbirimizi. Şimdi insanlar sünnete, düğününe bile bizleri mail ile davet edebiliyorlar.

Koca kütük gibi ev telefonları salonun ortasında durur, çevirmeli telefonlar ile karşı tarafa ulaşmak için dakikalarca uğraşırdık.
Şehirdışı ise santrale yazdırır, bekle babam bekle. Ama ne güzel sohbetlerdi, yıllardır görüşmüyormuş gibi.
Şimdi dünyanın öbür ucuna her an ulaşıldığından, telefonla konuşmanında keyfi yok.

25 sene önceki hatıra defterimi hala saklıyorum. Herkesin yazdığı klişe "sepet sepet yumurta" olmasına rağmen.
Olsun, gözüm gibi bakıyorum ona.
Hele ki sevdiğinden gelen iki satır mektup.
Gençler defalarca okudukları, o iki satırlık mektubu ceplerinde taşırlardı. Aklına geldikçe açıp açıp okumak için.
Şimdi?
Mail, sms, her türlü mesajı, her ne kadar özel ve sevdiğimiz insanlardan gelse bile şak diye siliyoruz.
Kıymeti yok ki gözümüzde...

Evlilik ise en fazla dejenere olan.
Yıllarca tek bir kızın peşinden koşup, araya aracılar koyup evliliğe zor ikna edildiğini hatırlıyorum.
Şimdi üçüncü buluşmada "biz sözlendik!"
Beşinci buluşmada "biz ayrıldık, yürümedi!"

Kız tarafı her ne kadar gençler anlaşsa da, damat ile fazla yüz göz olmaz, naz eder, zorla verirdi o yıllarda.
"Kızımız çok kıymetli" mesajı vermek için.
Şimdi ise kız tarafı Vecihi misali "verin gitsin"

Karı kocaların birbirine "bey", "hanım" diye hitap ettiği günler.
Şimdi?
Yüz göz, karı kocalar kanka misali...

Tabi ki örneklerim genelleme değil, ama pek çok kişide şahit olduğumuz durumlar...

Örnekler o kadar çok ki.
Bayramlar bizim için memleketi ve akrabaları görmekti, şimdi ise tatile gitmek.
Hafta sonları zengini fakiri çoluğunu çocuğunu alır, aile ziyaretlerine, sahile, pikniğe, ortak keyif alacakları mekanlara giderlerdi.
Şimdi ise zengini, fakiri haftasonu Avm'de.
Zengin yiyor, fakir bakıyor.
Zengin alıyor, fakir bakıyor.

Evlerimiz küçük de olsa, ne kadar kalabalıksak o kadar mutluyduk.
Evlerimiz şimdi daha büyük, ama anneanne, babaanne, dede evlerimize sığamıyor ne hikmetse.
Huzurevine gönderiliyorlar.

Çok zamanımız vardı, ama çok paramız yoktu.
Şimdi ise çok paramız var, ama zamanımız yok.

Çok arkadaşımız var, ama dostumuz yok.
Herşeyimiz var, ama eski huzurumuz yok.
Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.

George Carlin'in sözleri özetliyor;

Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var;
Daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.
Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz;
Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık.
Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var.
Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik.
Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz.
Koşuşmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik.
Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir.
Öyle bir zaman ki teknoloji bu mektubu size getirebilir, siz bu içselliği ya paylaşmayı, ya da sil tuşuna basmayı seçebilirsiniz.

Hayatımız siyah beyazdı ama şimdi hd olmasına rağmen daha soğuk, daha renksiz...
Uzay yolu dizisinin meşhur repliği ‘Işınla beni Scotty’ deyip o yıllara dönmek istiyorum.
Ya siz?


Soçi Olimpiyatları’na Boykot

Çerkes aktivistlerinin son basın açıklamalarından birinde, Soçi’de yapılacak 2014 Olimpiyatları’nın boykot edilmesi ve Adığe halkının soykırım gerçeğinin tanınması sorunu ele alındı.

Çerkes Soykırımı’nın 150. yıldönümünde 2014 Soçi Olimpiyatları olacak. Soçi’nin özellikle bu tarihte Kış Olimpiyatları yapılacak alan olarak seçilmesi ve soykırım kurbanlarının toplu mezarları üzerine Olimpik Köy inşası yapılması çok manidar bulundu. Haklı olarak bu karar büyük tepki topladı ve tüm dünyadaki Çerkesler 2014 Olimpiyatları’nın Soçi’de yapılmasına karşı çıkmakta...

Rusya tarafından hala tanınmayan ve dünyanın da hiç umursamadığı Çerkes Soykırımı, Çerkesya halkının sistematik şekilde yok edilmesine yönelikti.  Soçi’de inşa edilen olimpik stadyumlar ve Olimpik Köy, acımasızca katledilen Çerkeslerin toplu mezarları üzerinde inşa ediliyor...

Ruslar tarafından işgal edildikten sonra, adını orada akıtılan Çerkes kanından alan “Kızıl Çayır” Krasnaya Polyana ve gerçek adıyla Kbaada, 21 Mayıs 1864 tarihinde o dönemdeki Çerkes nüfusunun yarısı, yani 1,5 milyon erkek, kadın, çocuğun katledildiği ve Kafkas-Rus Savaşları sonunda Rusların zaferlerini kutlayıp, kalan Çerkesleri sürgün ettikleri bu yer, Olimpiyatların merkezi olarak seçildi.

Çerkesya’nın başkenti Soçi'den, 1 milyondan fazla Çerkes sürgün edildi ve bugün kalan Çerkes nüfusunun yaklaşık %90’ı anavatanından uzakta yaşıyor ve hâlâ anavatanlarına dönüş hakları da yok.

Bugün olimpiyat için seçilen bu bölgede, Olimpiyat'ı protesto edenler gözaltına alınıp sonrasında ortadan kaybolmakta, bölgede yaşayanlar ise düşünceleri sorulmadan, zorlanarak çok az bir tazminatla yerlerinden yurtlarından edilmekteler.



Soçi'de yapılacak bu olimpiyat köyleri, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan ve koruma altında bulunan  “Kafkasya Doğal Rezervleri” için çok önemli olan bu yerde tesis edileceğinden, Çerkes aktivistler, Soçi bölgesi doğal ekosisteminin ve arkeolojik alanların, bir çevre felaketiyle karşı karşıya olduğunu söylüyorlar. Çerkeslerin temel insan hak ve özgürlüklerini yok sayan Rusya'nın doğal ekosistemi düşünmesi zaten beklenemez. Zira bugün, hâlâ Kuzey Kafkasya’da yaşayan Çerkesler etnik olarak Ruslarla aynı haklara sahip değil ve Çerkesler istedikleri zaman Soçi kentini özgürce ziyaret bile edemiyorlar.

Rusya, Çerkeslerin atalarının kemikleri üstünde Olimpiyat tesisleri yapıyor ve olimpiyat ile bağlantılı hiçbir halkla ilişkiler çalışmasında Soçi’nin yerli halkı olan Çerkeslerin varlığını kabul etmediklerini göstermek için, onları olimpiyatlara davet bile etmiyor.

Rusya Devleti Başbakan Yardımcısı Dimitri Kozak, Olimpiyatlar için ayrılan milyarlarca dolar bütçe ile sadece stadyum inşa edileceğini ve Kafkasya’ya altyapısını onarmak için hiçbir yatırım yapılmayacağını söylemiştir.

Çerkes aktivistleri, Rusların Olimpiyatların bütün hazırlık aşamalarında Kanada Vancouver örneğini göz önünde bulundurmaları gerektiğini söylüyorlar. Vancouver Olimpiyatları’nda, yerli kabilelerin temsilcileriyle Olimpiyat Organizasyon Komitesi arasında bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre yerliler Organizasyon Komitesi’nin resmi ortakları oldular ve “Olimpiyatların Ev Sahibi - Dört Kabile” olarak anıldılar. Olimpiyatlar’da kullanılan sembollerin seçiminde bile yerli kabilelerin ulusal motiflerine yer verildi ve olimpiyatların açılış ve kapanış törenleri yerli halkın mitolojisi, dini inançları, etnik müzik ve dansları üzerine kuruldu. Çerkesler de Rusya'dan en azından böyle bir yaklaşım bekliyorlar ama tabi ki Rusya oralı bile değil.

Çerkes Diasporası önemli bir lobi grubu ve Çerkes Hareketi aktivistleri sosyal ağlar ve sosyal medyada Soçi Olimpiyatları'na boykotlarını, dünyanın da ilgi ve dikkatini çekebilmek için durmaksızın “Soçi’de kanlı olimpiyatı istemiyoruz!” diyerek dile getiriyorlar. Soçi’yi bir Rus şehri olarak dünyaya tanıtan, bu şehrin Çerkes kimliğini, tarihini ve soykırımı yok sayan Rusya'ya öfkeliler. Hatta “No Sochi 2014” insiyatifi, kamuoyunun dikkatini bu konuya çekmek ve protesto etmek için Londra Olimpiyatları’nın olduğu tarihte bir gösteri düzenledi...

Rusya ise bu durumdan son derece rahatsız ve Çerkes aktivistlerin söylediğine göre; İstanbul’da Çeçen mücahitler ve Çeçen komutanını katleden eller, şimdi de Soçi’de 2014 yılında yapılacak olan Kış Olimpiyatları’nı protesto eden Çerkes Diasporası’nı takibe almış. Hatta New York Times gazetesi bile bu iddiayı haber yapmış ve “Soçi 2014 Olimpiyatları’na Hayır” kampanyasının Türkiye’deki sorumlusu olan kişiyi,  İstanbul’da sürekli olarak Rus ajanların takip ettiğini ve ölüm tehditleri aldığını okurlarına duyurmuş. Tabi ki, topraklarımıza sığınan bu Çeçen kardeşlerimizi öldürüp, sonra da onca teknik takip imkânımız var iken, ellerini kollarını sallayarak ülkeden çıkabilirlerse bu cesareti kendilerinde bulabilirler.

Çerkesler seslerini duyurmak için pes etmese de, "Toplu mezarların üzerinde kayak yapacaksınız" diye uyarsalar da, çelik ve camdan oluşan stadyum neredeyse tamamlanmış durumda.

Yine de Moskova, Olimpiyatlar esnasında uluslararası bir skandal olması ihtimalinden dolayı endişeli. Çünkü Çerkes aktivistler boykot etmekten vazgeçmeyeceklerini dile getiriyorlar ve Çeçen Diasporası da onlara tam destek veriyor...

Allah yardımcıları olsun...

Kabağın Sahibi Var Elbet!


Hikâyeyi bilmeyenler için;

Vaktiyle bir derviş berbere gidip:

- Vur usturayı berber efendi, der.

Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar ve diğer tarafa usturayı vuracakken, mahallenin kabadayısı içeri girer.

Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış tarafına sert bir tokat atarak:

- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye bağırır.

‘Dövene elsiz, sövene dilsiz’ olan, halktan gelen her şeyin Hak’tan geldiğine inanan derviş, sabreder. Fakat kabadayının tıraş esnasında da dili durmaz, sürekli alay eder derviş ile: 'Kabak aşağı, kabak yukarı.'

Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, kontrolden çıkan bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelerek kabadayıyı altına alıp sürükler. Kabadayı oracıkta feci şekilde can verir. Berber dervişe bakar, sorar:
- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?

Derviş düşünceli bir şekilde cevap verir:
- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki, kabağın da bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!

Hikâye böyle... Ensemize, kafamıza vururcasına bizimle dalga geçen, Gayretullaha dokunur mu diye düşünmeden hor ve hakir gören kabadayı ruhluların, hepimizin bir Sahibi olduğundan haberleri yok, veya nefisleri bunu onlara unutturuyor...

Çok önceleri, canımı yakan, hakkımı yiyen kişilere karşı ailemin tüm uyarılarına rağmen sabrımın son noktasında beddua ediverirdim.

Fakat beddua edince hem bir huzursuzluk, hem de kalbime kara bir leke düşmüş gibi hissederdim. Üstelik bedduam sonucu canı yananlar olduğunda da, vicdan sahibi herkes gibi hem vicdan azabı çekerdim, hem de haklı olmama rağmen kendimi suçlu hissederdim...

Fakat uzun bir süredir hikayeki derviş misali sessiz kalıyorum. Sadece"Ah!" diyorum ve  öyle kısa sürede tepetaklak oluyorlar ki şaşkınlıkla izliyorum...

En son benzer imtihanı yaşadığımda yine sustum. Bildiklerimin birini bile yazmam rezil olmasına yeterdi ama kötüyle kötü olmadım. Ben de aynı şekilde davransam ne farkımız olacaktı?

O azgınlıkta, hasedlikte haddi aştıkça benim içimi hafiften bir huzur kaplıyordu. Hem benim günahlarım azalıyor, hem de her sözü yalan, iftira, fitne olduğundan kendi günahı artıyordu.

Sonra ne mi oldu? Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Ben beddua etseydim bu denli büyüğünün başına gelmesini dileyemezdim.

Benzer imtihanlarda yine susmaya devam edeceğim Çünkü biliyorum ki, ben duymasamda, Sahibim benim duymadıklarımı da duyuyor, biliyor. Yanına bırakmaz...

Ele attıkları o taş, elbet birgün kendi başlarını yaracak...

Allahü teâlâ, hiç kimsenin yaptığından gâfil değil. Canımızı yakanlara karşı beddua etmek, lanetlemek, ilenmek, başına kötülük gelmesi için dua etmek ve hakkında kötülük istemek bizi haklıyken haksız duruma düşürür.

Çünkü karşı tarafın el ile verdiği zararı, sen de dil ile veriyorsun, hakkını dilin ile alıyorsun ve Allah’ın adaletine bırakmıyorsun.

'Kendisine zulmedene beddua eden, hakkını almış ve bedduası nispetinde zalimdeki hakkını kaybetmiş olur.'

Oysa ki bir kişinin haksız yere kalbinin incitilmesi, kırılması, gözlerinin yaşarması yeterli.

'Mazlumun gönül dumanının zalime ettiğini, kızgın ateş kuru otlara yapamaz.' (Sa'di, 54, 324)

Dilimizin beddua etmesine bu sebeple gerek yok. Çünkü Allah, Ahkemü’l-Hâkimîn’dir. (Hâkimler hâkimi, en büyük ve en üstün hâkim.)

Hakkı yenilenin, ezilenin, masumların, mazlumların, dilsizlerin, güçsüzlerin, çaresizlerin, kimsesizlerin, hepimizin Sahibi...

Bu sebeple, biri gıybetinizi de yapsa, ayağınızı kaydırıp hakkınızı da yese, iftira da atsa, fitne yayıp eşinizle dostlarınızla aranızı da açsa, büyük kazıklarda atsa, vefasızlık, hainlik, her türlü kötülük.

Sadece bir "Ahhh!"

Onlar gözlerine kadar çamura battıkları için, o çamurlu gözleriyle bizleri de kendileri gibi zannedebilirler.

Bize yakışan sabırla, tevekkül ile öyle olmadığımızı göstermek.

Sahibimize havale etmek...

Dünyada olmazsa ahirette...

Zinakâr, fitneci, hased ve iftiracıların şerrinden Allah'a sığınırım.

12 Temmuz 2012 Perşembe

 Kıyametini Bekleyen İstanbul



Unuttuk! Deprem travmasını ne çabuk atlattık… 1999 depreminden iki hafta önce bazı valiliklere deprem olacak diye uyarı yapan Prof. Dr. Işıkara, ilk kez olası İstanbul depremi için tarih verip, 2014’de büyük sarsıntı ihtimali çok yüksek deyince şüphesiz vakti zamanını Allah bilir dedim. Fakat İstanbul’un deprem tarihini inceleyenler çok iyi bilir ki, bu deprem kaçınılmaz... Özellikle 1999 senesindeki depremde, sokağımızdaki bir blok çökünce, 4 aya yakın dışarıda (çadır+araba) kaldığımızdan iyice endişelenmeye başladım. Bu korkumda, deprem beklenen her iki fayında ortasında ve deniz kenarında oturmamın payı da büyük.
İstanbul’un deprem tarihine bakınca, Bizans kronikleri bize depremlere ilişkin çok düzenli bilgiler verdiklerinden, İstanbul’un İ.Ö. 500 ve İ.S. 1890 yılları arasında büyük ölçekte 548 deprem geçirdiğini biliyoruz. Bizi nelerin beklediğini az çok tahmin edebilmek için, belki daha önce araştırma yapmayanlar vardır diye tarihi bilgileri kısaca paylaşmak istiyorum…
Papaz Theophane 25 eylül 437 depremini şöyle anlatmış; “Hiç kimse artık evinde uyumaya cesaret edemiyordu. Yas yüzünden imparator, günlerce ne tacını takıyor, ne de resmi kırmızı elbisesini giyiyordu. Depreme ateş yağmuru, su baskınları veya deniz taşkını gibi diğer olağanüstü doğal olayları da eşlik ediyordu.”…
Fetihten sonraki en büyük deprem, 10 Eylül 1509 tarihinde Adalar önünde oluşmuş ve halk arasında “Küçük Kıyamet” olarak adlandırılmış. Büyüklüğü 7.4 olan bu depremin tarihsel kayıtları; “10 Eylül 1509 depreminde 4000 - 5000 kişi hayatını yitirdi. (Nüfusun 160.000 olarak kayıt edildiği bir döneme göre büyük rakamlar) Ölenler arasında Osmanlı Hanedanından 3 kişi vardı. İstanbul ve Pera’da hasara uğramayan hiçbir evin kalmadığı ve şehir surlarının da oldukça büyük hasara uğradığı, Topkapı sarayı duvarlarının yıkıldığı ve duvarlara yakın birçok evin denize battığı görülmüştür. Yerler yarılmış, su ve kum fışkırmaları görülmüş. Bu depremin oldukça geniş bir bölgede Yunanistan’dan Mısır Nil Deltasına kadar hissedildiği rapor edilmiştir. Osmanlı Sultanı İmparatorluğun her bölgesinden toplattığı 66000 işçi, 3000 Ustabaşı ve 11000 Asistanı görevlendirerek imar işlerini başlatmış, ayrıca halktan deprem için özel vergi toplatmış ve Mart, Haziran 1510 tarihleri arasında hasarlar tamir edilmiştir.”
İkinci büyük deprem ise “küçük kıyametten” 257 yıl sonra gerçekleşen 22 Mayıs 1766 depremi. Bu depreme ait bilgiler; “İzmit’ten Gelibolu’ya kadar uzanan Marmara fay hattını kırıldığı ve Tsunami dalgaları oluştuğu, Camiler Topkapı Sarayı ve anıtların büyük zarar gördüğü, ölü sayısının 4000 civarında olduğu rapor edilmiştir. Topkapı Sarayındaki ağır hasardan dolayı Osmanlı Sultanı Saray Bahçesindeki çadırda uzunca bir süre ikamet etmek zorunda kaldığı rapor edilmiştir. Kapalıçarşı, Örücüler çarşısı ve Mercan ağa’daki yıkımlar, Yerebatan sarnıcı, Askeri Birliklerde hasar ve İstanbul un 22 Km Kuzeyindeki Ayvabend Barajında hasar gördüğü rapor edilmiştir. Depremdeki hasarın daha çok İstanbul’un batısında yoğunlaştığı ve depremden sonra gözlenen deniz dalgalarının (Tsunami) limanları kullanılamayacak derecede yıktığı rapor edilmektedir.” Hatta denir ki, Cankurtaran semtinin adı buradan gelir. Surlar o bölgede yüksek olduğu için, dalgalar surları aşamamış ve o bölgedekiler kurtulmuş… Bu depremde ağır hasar gören Fatih Camii ise ancak 5 Mayıs 1771’de yeniden kullanıma açılabilmiş…
İstanbul’da görülen son büyük deprem ise, II. Abdülhamid’in padişahlık döneminde, 10 Temmuz 1894’te yaşanan ve tarihi kaynaklarda ( Büyük harekat-ı arz ve zelzele-i azîme ) diye isimlendirilmiş. Rumi 1310 yılına rastladığından İstanbul halkı arasında “1310 zelzelesi” diye de anılmış. Yine kayıtlarda; “Marmara sahillerinin 200 metre geri çekilmesinin ardından, deniz suyu ısınmış, yer altından ürkütücü sesler duyulmuş ve 12.25 te müezzinlerin ezan okuduğu bir sırada önce hafif bir sarsıntı, güneybatıdan kuzeye doğru ve aşağıdan yukarıya olmak üzere bunu daha şiddetli sarsıntılar takip etmişti. Denizdekiler Mavnalardan, Balıkçı Teknelerinden Şirket-i Hayriye vapurlarından kente baktıklarında çöken binalardan yükselen toz bulutlarını görmüşlerdi. Uzunçarşı, Tahtakale, Kutucular, Kantarcılar harabeye dönmüştü. Gedikpaşa, Kadırga, Kumkapı, Yenikapı, Langa,ve Samatya da yüzlerce ev yıkılmış, Adalarda da büyük tahribat olmuştu. Depremin ardından II. Abdülhamid, Atina rasathanesi müdürü Ejinitis’i depremin şiddetini ve etkilerini araştırması için İstanbul’a davet etmiş ve hasar tespitine başlanılmasını emretmiştir. Avrupa’dan çeşitli deprem uzmanlarını İstanbul’a çağırıp, Osmanlı bilim adamlarının deprem konusunda eğitim almaları konusunda talimat vermiştir. Avrupa’dan derhal iki adet sismograf temin edilmesini emretmiş ve yer sarsıntılarının büyüklüğünü, süresini, merkezini ve saatini saptamaya yarıyan bu sismografların birini İstanbul rasathanesine, diğerini ise saraya, padişahın özel sismografı olarak yerleştirilmesini istemiştir”…
Bütün bu depremleri bizim dönemimiz ile kıyaslarsak, nüfusun az olduğu, sokağa kaçanların yıkılan evlerden etkilenmeyeceği seyrek bir yerleşim düzeni, bir iki katlı ahşap yapılar esneme katsayısı yüzünden depreme nispeten daha dayanıklı ve enkaz altından sağ çıkmanın mümkün olduğu, merkezi su ve kanalizasyon sistemlerinin bulunmadığından salgın hastalığa yol açmayacağı bir dönemdi o zamanlar… Buna rağmen o dönemde “kıyamet” olarak adlandırılan deprem şu an olsa neler yaşarız düşünmek bile istemiyorum…
Japonya ve Abd’nin deprem sonrası bizi bekleyen felaket senaryolarını okuduğumda içimi sıkıntı basıyor… Marmara Denizi tabanında yaptıkları fay araştırmalarından depremin şiddetinin en az 7,6 büyüklüğünde ve (fayın uzunluğuna göre hesaplanıyor) en az iki dakika süreceği, doğalgaz sonucu yangınlardan dolayı yanarak ölümler, salgın hastalıklar, yol, köprü ve viyadüklerin çökmesi, boğaz köprüsünün yıkılma olasılığı, sahil bölümünün doldurma alanlarınında bulunan araç ve evlerin denize kayması, yağmalar ve İstanbul sanayi ve ticaretin göbeği olduğundan ekonomik çöküş , heyelan tehlikesi (Esenyurt, Beylikdüzü, Avcılar ve Büyükçekmece heyelan riski taşıyan ilçelerden) vs…
Peki 1999 depreminden sonra her an olur korkusu yaşadığımız deprem için İstanbul’da ne yapıldı?
Köprülerin, viyadüklerin ve kamu binalarının (633 kamu binası güçlendirildi. 103 kamu binası yıkılıp yeniden yapıldı) ve okulların (625 okul binasında güçlendirme yapıldı. 113 okul binası yeniden yapıldı) bir kısmı depreme karşı güçlendirildi. Metroların depreme karşı dayanıklı yapıldığı söyleniyor. Kurtarma ve ulaşım çalışmalarını etkilememesi için enkaz dökülecek yerler belirlendi. 2.5 milyon ünitelik çadırkent kurulacak alanlar belirlendi. (Bu alanlardan bazılarına alışveriş merkezi ve konut inşa edildiği, bu alanların azaldığı söyleniyor) Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı Mezarlıklar Müdürlüğü de hazır bekliyor. Depolarda 2 binden fazla kesilmiş kefenle, 30 bin kişiye yetecek kefen bezi hazır bekletiliyor. Binlerce ceset torbası da öyle… Petrol Ofisi Depolama Tesisleri, LPG, kimyevi maddeler depolama ve dolum tesisleri ile bu maddeleri kullanan sanayi tesislerinin bulunduğu 1. Risk Bölgesi'ndeki Küçükçekmece, Bağcılar, G.O.Paşa, Bayrampaşa, Avcılar ve Ümraniye'de büyük can kayıplarının olması bekleniyor ama ne önlem alınmış bilemiyoruz. Bunun haricinde deprem öncesi için yapılan pek fazla bir şey yok. Deprem sonrası için (belki milyonu bulacak kayıplardan sonrası) neler yapılmalı bunun hazırlığındayız genelde. İstanbul Valisinin son açıklaması “Tahmin edilen şiddette yaşanacak bir depremde, kaybedeceğimiz canın ve yaralının sayısını söylemeye dilim varmıyor.” şeklindeydi… Kentsel Dönüşüm Projesi ise hep duyuyoruz ama pilot bölge seçilen Zeytinburnu’nda 10 senedir hala yapılamadı. Bizler de ihmalkârız. Zorunlu deprem sigortasını kaç kişi yaptırdı?
Mehmet Akif’in “Tarih’i “tekerrür” diye tarif ediyorlar, hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” dediği gibi 1999 depreminin üzerinden neredeyse 13 sene geçmesine rağmen, ibret alıpta bireysel olarak bile hazırlık yapmış değiliz. İstanbul Valiliği’nin yeni kampanyası “Güvenli Yaşam Gönüllüsü” afete hazırlık eğitimlerine katılarak bilinçleneyim, deprem sonrası (eğer sağ kalabilirsek) aileme ve çevreme faydam dokunsun diyorsanız aşağıdaki linkten detaylı bilgi alıp, isterseniz kayıt olabilirsiniz ve eğitimlere katılabilirsiniz. http://www.guvenliyasam.org/projeler/guvenli-yasam-gonullusu/guvenli-yasam-gonullusu-kayit-formu Çocuklarımız içinde hazırlanan test tamamladığında “Güvenli Yaşam Gönüllüsü Takdir Belgesi” alabilirsiniz. http://www.guvenliyasam.org/tehlike-avi/minik-gonullu-ol
Söylenecek fazla da bir şey yok. Evimizde önlem alabilirsek alıp, tevekkül edip bekliyoruz. Hiç şüphesiz her şey Allah’ın ilim, iradesiyle ve kudretiyle olduğu gibi, deprem de böyle… Müminler başlarına gelecek açlık, kıtlık, mal-mülk ziyanı, tabii afetler, salgın hastalıklar gibi sıkıntılar karşısında imtihan geçirebilirler, bunu bilip kabul ediyoruz. Hz. Peygamber (s.a.v.) deprem olduğu zaman sahabileri tevbe ve istiğfara davet etmiştir. Rivayet edildiğine göre, Medine'de deprem vuku bulmuş, bunun üzerine şöyle buyurmuştur: "Rabbiniz sizden tevbe ve istiğfar istiyor. Siz de O'na dua, tevbe ve istiğfarda bulununuz". (İbn Ebi Şeybe, Musannef, c. II, s. 472-473)
Tevbe ve istiğfarı arttırıp, “Allah’ım. Önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan, üstümden ve altımdan gelebilecek afetlerden ve felaketlerden azametine sığınırım” diyorum…
Bekliyoruz…

 Guantanamo



Evde, işte, okulda ya da yolda. Aniden aileniz veya arkadaşlarınızın yanından alınıp götürüldüğünüzü, daha ne olduğunu anlamadan yolda hayvan gibi bağlanıp, sonrasında sizi yapay bir cehenneme götüren uçakta ise koltuğa zincirlenip kafanıza çuval geçirildiğini düşünün. Sonrasında fiziksel ve psikolojik işkenceler, açlık, taciz, suçunun ne olduğunu bilmeden adalet'in kelime anlamını bilmeyen bu yaratıkların seni adilce yargılamasını yıllarca beklemek.... "Benim başıma gelmez demeyin" zira bu muameleye maruz kalıp Guantanamo cehennemine kapatılanların büyük çoğunluğunun tek suçu Müslüman olmak... Buradakilerin bir çoğu da aralarında husumet olan kişilerce acımasızca yalan yere ihbar edilmişler...
Guantanamo Kampı, 2002 yılından beri Guantanamo Körfezi Askeri Üssü'nün, askeri hapishane olarak kullanılan bir bölümüne verilen isim. 90'ların başında denizlerde yakalanan Kübalı ve Haitili mültecileri tutmakta kullandıkları bu hapishane, 11 Eylül olaylarından dört ay sonra yeniden açıldı ve sonrasında 2005'de 30 milyon $ harcanarak delinmesi imkansız bir güvenlik çemberiyle inşa edilip şimdiki halini aldı...
Küba devlet başkanı Fidel Castro ”Guantanamo, Küba’nın bağrına saplanmış bir hançerdir” deyip, söylenenler doğru ise 1903 yılında yapılan anlaşmaya göre yıllık kiralama ücreti olan 4 bin dolarlık çekleri yırtıp atıyormuş...
Abd toprakları içinde işkence yapmak büyük suç olduğundan ve Abd yasaları mahkumlara bu şekilde davranılmasını men ettiğinden vicdanlı gözlerden ve insan haklarına çok önem verilenyasalardan uzak Küba topraklarında dünyanın en acımasız işkencelerinin yapıldığı, bir nevi yapay cehennem haline dönüştürdüler...
Uluslarası İnsan Hakları Örgütünün son raporuna göre, şu an orada "terör zanlısı" olarak tutuklu bulunan, başta Afganistan olmak üzere El Kaide ve Taliban ile ilgisi olduğundan şüphelendikleri 270 kişiye göz göre insan haklarının sıfır olduğu ve akıl hastalığına yakalanma olasılığının çok yüksek olduğu o ortamda akla hayale gelmeyecek zulümler yapılıyor...
Gözleri bağlanıp, kulaklıklar takılıp, ağız ve burunlarını maskelerle kapatıp ve ellerine eldiven geçirilip uzun süre duyularından yoksun bırakıyorlar. Tek kişilik kutu gibi hücrelerde, düzenli nefes alamadan uzun süre bu şekilde bırakılan bir insanın akıl sağlığı nasıl normal kalabilir ki? 2006 yılında 3 mahkum ölü bulundu ve kayıtlara intihar olarak geçti. Elleri ve ayakları zincirlerle bağlı ve 24 saat gözetim altındayken nasıl intihar edebilirlerse artık...
Hücre hapisinden başka, uzun süre uykusuz tutulma, çok sıcak ve hemen ardından çok soğuk havaya maruz bırakılma, uzun süreli çok yüksek seste müzik dinletme, askeri köpekler ile korkutma, mahkumları birbiriyle cinsel ilişkiye zorlama ve kendilerinin cinsel tacizi, gardiyanların parmaklarıyla mahkumların gözlerine bastırıp görme yetisini kaybettirmesi, çok rahatsız edici bir pozisyonda zincirlenip uzun süre o şekilde bırakılma, açlık grevi yapanların burnundan ve boğazından acı verici bir şekilde boru sokarak zorla yemek yedirme... Okurken bile içimize sıkıntı basıyorken bunlarla bitmiyor...
"Waterboarding" denilen El Kaide’nin önde gelen liderlerinden Ebu Zübeyde’yi yaklaşık 35 saniyede konuşturduğu söylenen insanlık dışı işkence yöntemi. Kişi eğimli bir tahta üzerine ayakları yukarıda olacak şekilde sırtüstü yatırılıp, elleri ve ayakları bağlandıktan sonra yüzüne gergin bir bez örtülüyor. Yüzüne sürekli su dökülerek, dayanılmaz bir boğulma hissi sağlanıyor. Eğim yüzünden su aslında ciğerlere gitmeyip boğulmuyorsunuz ama genize dolan su yüzünden öğürme refleksi ile nefes alamayıp, ölüm paniği yaşıyorsunuz...
Tabi bir de psikolojik işkenceler var.Kur'an'ı yere veya tuvalete atma. Tuvalet kağıdı olarak kullanma veya Kur'an ile top oynama. Ezan ile müziği aynı anda dinletip saygısız danslar yapma. Ve dinimize karşı dayanılması zor çeşitli hakaretler...
Tutuklular tehlike durumlarına göre renklere ayrılmışlar; her renge ayrı muamele yapılıyor. Sorguda zorluk çıkartmayanlar beyaz elbiseli tutuklular. Beyaz renkliler için koğuş sistemi geçerli, toplu halde yaşabiliyorlar ve havalandırma saatleri diğer tutuklulara göre daha fazla. Beyaz elbiseli tutuklulara ayakkabı giyme imkanı bile veriliyor.
Sorguda az zorluk çıkartanlar ise sarı renkli elbise giyen tutuklular. Bunlar beyaz renklilere oranla daha kötü şartlardalar. Turuncu renkli elbiseli tutuklular yüksek güvenliklibölümde ve tek kişilik hücrelerde kalıyor ve yıllardır onları askerler dışında hiç kimse göremiyor. Hücrelerin başında nöbet tutanların dahi bu hücreleri açma yetkisi yok.
Şüphesiz her hayırda şer olduğu gibi, müslüman mahkumlar bazen öyle bir zulüm çukurunda bile hayırlara vesile oluyorlar. Amerikalı gardiyan asker Hold Brooks, esirlerin her türlü zulme ve işkenceye karşın dimdik duruşları, iman ve gelecek umutlarının hiç kaybolmaması üzerine Müslüman oldu ve Mustafa Abdullah ismini aldı...
Yapılan son araştırmada dünya genelinde % 69 gibi bir kesim Guantanamo kapatılsın diyor.
Bush, insan hakları derneklerinin yoğun baskısına dayanamayıp, burayı gazetecilere açtı. Neredeyse beş yıldızlı otele dönüştülen işkence kampını dolaşan gazeteciler ve sonrası bu ziyaret belgesel haline dönüştürüldüğünde izleyiciler gözlerine inanamadı. Poşetten yeni çıkmış ve hiç kullanılmadığı çok belli seccadeler, tespihler, duvarda asılı Kur'an'ı Kerim'ler... Lüks Tv izleme salonları ve her türlü aletin bulunduğu Fitness Salonu... Kısacası her zamanki gibi, Abd'nin bizleri aptal yerine koymaya çalışma çabaları...Çünkü Kamp 7 ismi verilen, El Kaide'nin üst düzey üyelerinden olduklarından şüphelenilen 15 kişinin tutulduğu, yeri bile gizli tutulan bir bölüm var ve buradakilerin neler yaşadığını hiçkimse bilmiyor.
Sadece Guantanamo değil, Kabil'in kuzeyindeki Begram hapishanesi, Ebu Garib gibi gözlemcilere kapalı işkence yuvalarındaki işkence yöntemleri, Mormon tarikatı üyesi iki psikolog tarafından yıllarca günlüğü 1000 dolara Bush'un onayı ile CIA'e satıldı. Bundan ABD yönetiminin haberi bile olmadan hem de...
Obama 2011 itibariyle Guantanamo'yu kapatacağına dair söz vermiş olmasına rağmen hala açık ve kapatmaya da hiç niyetleri yok. Hatta altı tutuklu için ölüm cezası verme niyetindeler.
Batılı devletlerin adalete değil güce dayalı zihniyetleri ve sınırsız bir hakimiyet yolunda her yol mübahtır düşünceleri onlara bu zülmü yaptıran. Biz müslümanlarda kaderimize razı olup sessizce olanları seyrediyoruz.
Müslüman ülkelerin, özellikle körfez ülkelerinin devlet başkanları, kralları, iktidar, koltuk, para, menfaat ve güç için gözlerini bunlara kapamış durumda. Altın aksesuarlı milyon dolarlık uçaklara sahip olmaktan, uğrunda oluk oluk müslüman kanı akıtılan petrollerin ticaretinde söz sahibi olmaktan, yeniden şekillendirilmeye çalışılan ortadoğu'da biz de söz ve güç sahibi olalım diye düşünmekten başka dertleri yok...
Bunları düşündükçe aklıma Çeçenistan'da şehit düşen komutan Hattab'ın oğluna yazdığı mektuptaki şu cümleler geliyor: "Küfr ümmeti çok dikkatli çalışmaktadır. İslam ümmeti ise keskin bir kılıca muhtaçtır".
Allah'ın yardımı yakın olsun. İnanmayanlara karşı şerefimizi ve gücümüzü yükseltsin...